4 Eylül 2015 Cuma

AYLAN BEBEK YOK ARTIK

Aylan Kurdi bebeğin kıyıya vurmuş bedeninin fotoğrafı yayınladığı andan itibaren, o küçük yavrucağın hareketsiz halini görenlerin hissettiği tek duygu vardı büyük ihtimalle; vicdan azabı.

Evet vicdan azabı diyorum. Çünkü o masum çocuğun (ve diğer onlarca/binlerce/milyonlarca ölümler) ölümünü durduramadığımız için vicdan azabı çektiğimizi düşünüyorum. Onun gibi çocuklar ölüyor/öldürülüyor, lakin biz hiçbir şey yapamıyoruz. Dramatik bir film izler gibi, ekran başında üzülüyoruz sadece. Ardından dışarı çıktığımızda, karşılaştığımız Suriyelilere bazen kin bazen de üzüntüyle bakıp, yanlarından geçiyoruz.

Koca dünya, herkese yetecek kadar rızk ve toprak varken, biz yanımızda yabancı birilerini barındırmaya tahammül edemiyoruz. Ufacık bir çocuğun bize ne zararı olurdu?

En çok ilginç olan hususlardan biri ise, karşımızdaki dramatik olayın suçlusu olarak siyasi liderleri gösterip insani vazifemizi yerine getirmiş sayıyoruz. Tek suçlu "Esed, Türkiye, Rusya, ABD, BM, AB ve diğer Batı ülkeleri..." deyip geçiyoruz. Bu söylemler, yaşanan olayların acısı yüreğimizi ve vicdanımızı ne kadar hafifletiyor bilmiyorum. Ama şunu unutmamak gerekir: Belki yukarıda saydığım devlet ve devlet adamlar kabahatli. Fakat biz halk ve insanlar olarak çuvaldızı biraz kendimize batırmamız gerekmiyor mu? Ne demek mi istiyorum? Şöyle aktarayım: Siyasi liderler madem bir şey yapmaktan kaçınıyor, biz insanlar (!) olarak neden kendimiz önlemler almaktan geri duruyoruz. Mesela Aylan bebek gibi ülkelerindeki şiddet ve baskıcı ortamından kaçan göçmenlerin sorunlarıyla ilgilenebiliriz. Ya da (çok iyi bilmemize rağmen) sahillere gidip gitmelerine engel olabiliriz. Hangi kıyıdan gittiklerini çok iyi biliyoruz. Her saat başı binlerce vatandaş olarak kıyı sahillere gidip neden nöbet tutmuyoruz? Onlara dur demiyoruz? En önemlisi ise, botları ve tekneleri durdurup para uğruna kiralayan canileri tespit edebiliriz.

Bunlardan ziyade, gelişmiş Batı Devletlerden önlem almalarını bekliyoruz. Bu devletlerin lekeli tarihlerini görmezden geliyoruz galiba. Çünkü bu köklü devletlere baktığımız zaman, zaten kendileri en büyük kıyımları yapan, Ortadoğu ve diğer Üçünü Dünya Ülkelerini zor duruma düşürüp (sömürgecilik, savaş ortamı yaratmak, insanı ötekileştirme...) ardında seyirci kalan Batılı Devletler değim mi? Para için savaşlara başvuran devletlerden nasıl olur da göçmenlere ve mültecilere yardım etmelerini bekleyebiliriz?
Yıllarca Afrikalı insanları para uğruna ölüme terk ettiler, Asya'da her türlü kıyıma göz yumdular, Ortadoğu'yu kana buladılar. Avrupalı devletler kanlı tecrübelere çok aşinalar.


Bugün Suriye'de yaşanan olaylar sona erse bile, eminim kısa süre sonra da bu sefer başka bir ülkede Suriye'deki zulümlere benzer vakalar yaşanacak. Ve yine bizler ekranlara gömülüp aynı duyguları yaşayıp, bas bas bağıracağız maalesef. Kısa süre sonra da unutup gideceğiz. Ardından yeni yerlerde yaşanacak zulümlere üzülüp kısa süreliğine üzüleceğiz. Bu böyle sürüp gidecek. Unutmayalım ki çocukların yaşadığı derin üzüntüler asla geçmez. Çocukların bu üzüntüleri yaşamamaları için hepimizin insani sorumluluğu var.

Bir daha bu güler yüzlü bebek bu dünyaya gelmeyecek.


22 Temmuz 2014 Salı



YENİ KÜRT DEVLETİ SARMALI

35 yıldan fazla Türkiye'nin iç politikasını meşgul eden konuların başında Kürt Sorunu gelmektedir. Özellikle son zamanlarda Kürtlerin bağımsızlığı, çözüm süreci ve Abdullah Öcalan'ın özgür kalacağı gibi haberler Türkiye gündeminin en tepesinde yer almaktadır.

Yukarıda belirttiğim gibi son 35 yıldır binlerce insan karşılıklı olarak birbirini öldürdü ve kan döküldü. Fakat bilinen bir gerçek var; Kürtler bin yıldan fazla varlıklarını devam etmelerine rağmen bu varlıklarıyla bir devlet kuramadılar. Nedenini çok merak ediyorum gerçekten. Belki de Kürtlerin içinden biri olarak bir kaç tespitte bulunabilirim. Ama ne kadar doğru tespitler olduğu muallaktır.

ABD'nin Irak işgalinden sonra Ortadoğu'nun yapısı yeniden şekillenmeye başladı. Orta vadede bölgenin haritası da değişecek gibi görünüyor. İşgal sonrası en karlı çıkan millet ise Kürtlerin olduğu noktasında siyaset uzmanları gibi herkes hem fikirdir. Kürtler hem özerkliğini kazandı hem de devlet ve yönetim kadroları oluşturuldu. Buna paralel olarak ekonomik, idari ve toplumsal hayat belli bir düzene girmeye başladı.

Aslında PKK'nin kurulmasıyla şekillenen bu kadrolar, uzun bir süreçten sonra artık dağda siyaset yapmayı bırakıp bir bakıma siyaset masasında kendi isteklerini dile getirmeye başladığını ve bu taleplerin meşrulaştığını görüyoruz.


Peki, son zamanlarda Kuzey Irak lideri Barzani'nin gündeme getirdiği bağımsız Kürdistan kurulduğunda ve olası Türkiye'deki Kürtlerin, Suriye'deki ve İran'daki Kürtlerin de bağımsızlığı ile kurulacak Büyük Kürdistan Devletini nasıl bir gelecek bekliyor?  Acaba petrol gelirleriyle daha çok gelişecek mi yoksa gelen bu paralar belli bir zümre arasında dağıtılıp, halk fakir mi olacak? Ya da parlamenter ve demokratik  bir devlet mi olacak yoksa diğer Ortadoğu devletlerinde olduğu gibi devlet yönetiminde saltanat mı kurulacak?

Devlet ilk kurulduğunda sorunlar muhakkak olacak. Çünkü bir tarafta Kuzey Iraktaki yönetim yavaş yavaş şekil almaya başladı. Türkiye'deki Kürt yönetimi (milletvekilleri ve Abdullah Öcalan) farklı bir düşünce yapısına sahip. Yani Türkiye'deki yönetim demokratik ve sosyalist bir düşünceye sahip iken, acaba Suriyeli, Iraklı ve İranlı Kürtler liderler nasıl bir yönetim anlayışına sahip olduğu noktasında kafalarda soru işaretleri yaratıyor. 

Direnişi başlatan Türkiye'deki Kürtler ile Kuzey Irak'ta yönetim şablonunu oluşturan Kürt liderler arasında mücadele olacağını düşünüyorum. Yani iki taraf da pastadan en büyük payı kapmak için çabalayacak.

Ben bu tezimi Kürtler arasındaki mantaliteye dayandırıyorum. Burada bir öz eleştiri getirmek lazım. Çünkü Kürtler yıllardır bağımsızlığını kazanamamasının önündeki en büyük nedeni ise KÜRTLERİN KENDİ ARASINDA MÜCADELE ETMELERİ olarak görüyorum. Kürtler birçok noktada birleşemiyorlar. Kendi aralarında mücadele etmeyi, suçu başkasına atmayı alışkanlık haline getiren ve kavga-gürültüyü seven bir toplumdur. 

Böyle bir biyolojiye sahip Kürtlerin devlet kuramayacağını savunmuyorum. Tabi ki yıllardır başka ulusların baskısı altında yaşayan, Kürtlerin tarihini ve dili yok sayan bir mütehakkim bir ortamdan sıyrılıp kendileri kendi geleceğini, kendi dillerini her alanda rahatça konuşabileceği, hüviyetlerini kazanacakları bir ülkenin olması muhakkak daha iyidir. 

Milliyetçilik uzmanı Prof. Dr. Emin Gürses hocamın dediği gibi "bir yerde milliyetçilik sorunu, küresel güçlerin gündemini meşgul ediyorsa, o bölgede ya doğal kaynaklar bakımından zengindir ya da orada devletlerin menfaati vardır." 

Evet, gerçekten Mezopotamya bölgesi petrol kaynakları ve verimli toprak açısında zengin bir bölgedir. Bunun için Kürt Sorunu, küresel devletlerin siyaset masasında yer alıyor. Bunu hepimiz çok iyi biliyoruz. Bu bilerek verilen mücadeleyi, başkasının (küresel güçlerin) kazancına dönüşmemesi için, atılan adımların bağımsız ve yerinde olması gerekir. 

Aslan Doğanay






14 Şubat 2014 Cuma


TÜRKİYE’DE YABANCI (İNGİLİZCE) DİL EĞİTİMİ

HM Government 2013 raporuna göre 2011 yılında dünya genelinde 1,5 milyon insan İngilizce dil eğitimi için başka bir ülkeye gitmiş. Bu rakamların maddi değeri ise 11 milyar Amerikan doları olduğu tahmin edilmektedir. 2012 yılında insanların hem kendi ülkelerinde hem de yurtdışına giderek İngilizce dil eğitimi için harcadığı meblağ ise yaklaşık 50 milyar dolar değerindedir[1].  İnsanların bu kadar yoğun şekilde İngilizce öğrenmeleri hiç kuşkusuz İngilizce'nin dünyada artık eğitim, teknoloji, diplomasi ya da iletişim dili haline gelmesidir. Bilhassa İngilizce'nin dünyada iletişim dili olmasından dolayı İngilizce öğrenme isteğini ve öğretim yaygınlığını artırmıştır. 
Peki Türkiye’de İngilizce dil eğitimi ne kadar başarılı ya da ilkokul 4. (eski sistem) sınıfta başlamakta olan ve  lise son sınıfa kadar müfredatta yer alan yabancı dil eğitimi dersleri, hatta üniversitelerde de verilen İngilizce dil eğitimi öğrenciler üzerinde ne kadar faydalı oluyor ? Her yıl binlerce insan yabancı dil öğrenmek için dershanelere, dil kurslarına gitmekte yada özel hoca tutarak veya ders alarak İngilizce eksiğini gidermek istemektedirler. Epey yüklü miktarda harcanan paraların getirisi öğrenciler üzerindeki etkisi ne kadar oluyor? Son çare olarak da başka bir ülkeye giderek dil eğitimi eksikliğini gidermekte.
Türkiye yabancı dil eğitiminde çok ciddi sorunlar yaşamaktadır ve başarısızdır. Türkiye’de İngilizce dil eğitiminde, harcanan bunca kaynak ve emeğe rağmen, istenilen seviyede verim alınamadığı bilinmektedir. Bunun nedeni olarak, öteden beri  devam eden geleneksel dil öğretme alışkanlıkları, yabancı dil eğitimi planlamasındaki  eksiklikler ve bunların doğurduğu yöntem, etkinlik, malzeme ve ölçme-değerlendirmedeki  yetersizlikler ya da yanlışlar gösterilebilir[2]. Nitekim yapılan bir araştırmaya göre Türkiye'nin, İngilizce dil yeterliliğinde 44 ülke arasından (Şili, Suudi Arabistan, Endonezya gibi ülkelerden sonra) en başarısız 43. ülke olması[3] ve Kazakistan'ın da 44. ülke olarak takip etmesi de bu gerçeği doğruluyor.
Letonya gibi bir ülkede lise çağındaki öğrencilerin çok kolayca İngilizce konuşabiliyorken, Türkiye’de üniversiteden mezun olmuş bir öğrenci neden kendini karşısındaki insana anlatacak kadar İngilizce’ye sahip değil. Ya da İskandinavya ülkelerindeki ilkokul çağındaki çocukların rahatça akıcı şekilde İngilizce konuşabiliyorken, bizim ülke uzun süre alınan İngilizce dersleri neden istenilen sonucu alamıyor.

BAŞARISIZLIĞIN NEDENLERİ

  • Türkiye’deki en büyük eksikliklerden biri olarak İngilizce eğitimine başlangıç yaşı görülmektedir. Endekste yüksek ve orta sıralarda yer alan ülkelerde genellikle İngilizce eğitimi çocukların eğitim hayatlarının başında başlanmaktadır. Çocuklarda böylece yabancı dilin temeli oluşur ve sonraki yaşlarında bu temel üzerine daha verimli bir şekilde ilerleyebilirler. Örneğin Fransa’da 1995 'ten sonra ikinci sınıftan itibaren bütün okullarda yabancı dil dersleri verilmeye başlamıştır. Haftalık ders saatlerinin öğretim programına yayılması bölgeden bölgeye farklılık göstermektedir. Genel olarak haftada iki veya üç saat yürütülen yabancı dil derslerine herhangi bir not verilmemektedir. öğretmenler ise deneyimli kişilerden seçilir. İngilizce eğitiminin en başarılı olduğu ülkelerden Finlandiya’da ise yabancı dil dersleri 3. sınıftan itibaren verilmektedir. Haftada 4 saat verilen derslerde öğrenciler daha çok alfabe öğrenmekte ve belli başlı konuları öğrenmektedirler. Diğer yıllarda ise ders saatlerinde farklılık göstermektedir. Almanya’da  da dil dersleri 3. sınıfta öğretilmeye başlanır. Haftada 2-3 saat verilen derslerde öğrencilere basit anlamda İngilizce öğretilmeye çalışılıyor. Örneğin oyunlar oynanarak, şarkılar söylenerek daha zevkli hale getirilmeye çalışılmaktadır. İtalya’da ise 3. sınıftan verilen dil dersleri haftada 3 saattir. Yabancı dil eğitiminde başarılı bir diğer ülke Polonya’da yabancı dil 4 veya 5 yaşlarında kindergarden denilen çocuk eğitim kurumlarında verilmeye başlanıyor.
  • Türkiye’de ise İngilizce eğitimi eski sistemde 4. sınıfta veriliyordu. Yeni sistem (4+4+4) ile birlikte yabancı dil eğitimi 2. sınıftan itibaren haftalık 2 saat olarak verilmeye başlandı. Yabancı dil eğitiminin daha erken yaşta verilmeye başlanması iyi bir adım oldu. Fakat ders saatleri 3. ve 4. sınıflarda 2 saat olması ve orta okulda ders saatlerinin 3’e düşürülmesi yetersiz. Ayrıca dersi veren öğretmenler sınıf öğretmenleri gibi konuda uzman olmayan öğretmenler tarafından verilmeye başlanmaktadır.
  • Başarısızlığın bir diğer nedeni ise okullarda öğretilen yabancı dilin pratik olarak yetersiz olması, öğrencilerin herhangi biriyle konuşamamasına neden olmaktadır. Çünkü ülkemizdeki genel eğitim sistemi pratik eğitimden ziyade teorik olarak öğretilmeye çalışılmaktadır. Her sene sürekli aynı konuların tekrar edilmesine rağmen öğrenciler öğrendiklerini sözlü olarak aktaramamaktadır.
  • Milli Eğitim Bakanlığı’nın dağıttığı materyallerin içeriği yetersizdir.
  • Bir diğer konu ise, aynı sınıfta bulunan öğrencilerin bireysel farklılıklara sahip olmasıdır. Bir konuyu, tek bir yöntemle anlatmak mümkün değildir, bu sebeple özellikle dil öğrencilerinin görsel, işitsel ve kinestetik algılarından yararlanmak gerekir. Her bireyin farklı öğrenme metoduna sahip olduğunu unutmamak gerekmektedir.

ÖNERİLER

  • Avrupa'daki İngilizce dil başarısının yüksek olduğu ülkelerin genel politikalarına baktığımız zaman, çocuklar daha erken yaşta dil eğitimi almaya başladığını görebiliriz. Çünkü erken yaşta öğrenilen dil çocukların üzerinde linguistik olarak daha kalıcı etki bırakmaktadır.
  • Son yapılan araştırma sonuçlarına göre erken yaşta yabancı dil öğrenmeye başlamanın  çocukların genel olarak gelişimleri üzerinde çok  yönlü etkisi olduğu, örneğin: bilişsel ve  entelektüel gelişimlerine de olumlu katkılarda bulunduğu ileri sürülmektedir.[4] Yabancı dilin daha erken dönemlerde öğrenilmeye başlanması çocukların kulaklarını dile alıştırır. Çocukların bilgiyi hafızaya alma, hatırlama ve kayıt etme becerileri de gelişmektedir. Okul öncesi yabancı dil kursları bu nedenle vardır. Türkiye bu gibi programları uzun vadeli hedefi olarak belirleyebilir. Kısa vadede odaklanılması gerekense, İngilizce derslerinin ilkokulun başlangıcında ve İngilizce öğretmenleri tarafından verilmesidir.[5]
  • Öğretmenlerin çocuklara hem dinleme hem de konuşma (listenin-speaking) becerilerini arttırmaya yönelik dersleri işlemesi çocuklar için dil eğitimi vermesi gerekmektedir. Bu sayede yabancı dil akılda daha kalıcı hale gelebilir ve iletişimde herhangi bir zorluk çekmez. Bu yolla öğrenirken öğrencilerin bütünlükçü bir yaklaşım sergilemelerini sağlamak gerekir.
  •  Bakanlığın ciddi şekilde kitapta okullarda daha iyi şekilde öğretici müfredatın hazırlaması gerekiyor. Hem öğretmenlerde hemde kullanılan materyallerde kaliteyi arttırmak gerekiyor. Tabi yabancı dil eğitiminde kalite demek, materyal sayısının çoğaltılması demek değildir yalnızca. Önemli olan dil eğitiminde niteliğin artırılmasıdır. Bugün bir çok İngilizce öğretmenin teknolojiye bile gerek duymaksızın izleyebileceği yöntemler ve teknikler vardır. Derslerde öğrenciyi etkin kılmak, öğrenci merkezli bir eğitimden yana olmak, aktiviteleri çeşitlendirmek, bir İngilizce öğretmeninin yaratıcı olması bunların en başlıcalarıdır. Çocuklara hazır bir dil eğitimi vermektense onları daha küçük yaşlarda keşfetmeye yöneltmek dil eğitiminin olmazsa olmazıdır.
  • Özellikle öğrencilere İngilizce öğretilirken onlara bir amaç sunulmalı ve bu doğrultuda ilerlemelidir. Tabii bir diğer husus ise, İngilizce öğretmenlerinin de dil anlamında yeterli olması gerekmektedir. Bir takım dil becerileri eksik olan öğretmenler de öğrencilere bazı şeyleri eksik öğretecektir. Bunun en yakın örneği ise ülkemizde grammar ağırlıklı İngilizce öğretimdir. Fakat unutulmamalıdır ki dil bir bütündür, dinamiktir ve sürekli kendini yenileyen canlı bir yapıdır. Dinleme, okuma, yazma, konuşma ve grammar bir bütündür. Hepsinin harmanlanarak öğretilmesi Türkiye’de İngiliz dil eğitimini arttıracağı muhtemeldir.
  • Ülkemizde yeni uygulamaya konan erken yaşta yabancı dil öğretiminde beklenen başarının elde edilmesi için yararcı ve ekonomik yatırımlar gerçekleştirilmeli, ilköğretime yönelik öğretmen eğitim modelleri oluşturulmalı ve bu modele göre yetiştirilen öğretmenler görevlendirilmeli; ithal etmek yerine ülkemizin koşullarına uygun gerekli modern ders araç ve gereçleri hazırlanmalı, ana dili bilinci ile farklı yabancı dillerin öğrenilmesi bilinci kazandırılmalı; Sokrates projesi gibi AB'nin eğitim projelerine yoğun katılımlar sağlanarak öğrenci ve öğretmen değişim programları uygulanmaya konmalı ve erken yaşta yabancı dil dersini yürütme koşullarının eksiksiz olarak yerine getirilmesine özen gösterilmelidir.[6]


Aslan Doğanay
SETA Stajer Öğrenci - 2014



[1] International Education – Global Growth and Prosperity, HM Government, Londra, Temmuz 2013.
[2] Ali Işık, Journal of Language and Linguistic Studies Vol.4, No.2, October 2008.
[3] Selim Koru ve Jesper Akesson Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı, Aralık 2011.
[4] Yrd. Doç.Dr.Nuran Aslan, DÜNYADA ERKEN YAŞTA YABANCI DIL ÖĞRETIMI  UYGULAMALARI VE TÜRKIYE’DEKI DURUM, Çukurova Üniversitesi Fransız Dili Eğitimi Anabilim Dalı.
[5] Selim Koruve Jesper Akesson, Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı, Aralık 2011.
[6] Yrd. Doç.Dr.Nuran Aslan, DÜNYADA ERKEN YAŞTA YABANCI DIL ÖĞRETIMI  UYGULAMALARI VE TÜRKIYE’DEKI DURUM, Çukurova Üniversitesi Fransız Dili Eğitimi Anabilim Dalı.

29 Ocak 2014 Çarşamba

KÜRT SORUNUNUN ADI



SORUNUN ADI

Uzun bir geçmişe sahip olmasına rağmen, farklı siyasi yaklaşımlar yüzünden Türkiye’de bu soruna hâlâ ortak bir isim konulamamıştır. Bugüne kadar devlet ve farklı politik çevreler, soruna değişik isimler koymuşlar ve kendi tanımlamalarına göre de uygun çözüm önerileri geliştirmişlerdir. İsimlendirme, Kürtler açısından, aynı zamanda soruna yaklaşımı da ortaya koyduğundan, fazlasıyla önemsenmektedir. Bu çerçevede, Vilayat-ı Şarkiye ya da Şark Meselesi, Doğu Sorunu, Güneydoğu Sorunu, Terör Sorunu, Kürt Sorunu, Kürt ve Kürdistan Sorunu vb. bir dizi isim sayılabilir. Kuşkusuz bu tanımlamaların hepsi, kendince ciddi politik değerlendirmelere ya da ön yargılara dayanmaktadır. “Vilayat-ı Şarkiye, Şark ve Doğu Sorunu” gibi coğrafyadan hareketle konulan isimler, esasen Kürtlerin inkârına dayanmaktadır. “Güneydoğu Sorunu” ise hem inkâra, hem coğrafyaya, hem de ekonomik geri kalmışlığa, bölgeler arası kalkınmışlık ve gelişmişlik farkına atıfta bulunmakta ve ekonomik sorunların çözümüyle, bu problemin de ortadan kalkacağını ileri sürmektedir. Kürt siyasi elitlerine göre ise, sorun, başından itibaren Kürtlerin varlıklarının inkârından ve dillerinin yasaklanmasından kaynaklanan bir kimlik sorunudur ve o yüzden de “Kürt sorunu” olarak adlandırılmalıdır. Kimliklerinin tanınmamasının yanı sıra, sonradan dörde bölünmüş tarihi Kürdistan coğrafyasının her parçasında Kürtlerin merkezi otorite ile yaşadıkları siyasi ve idari sorunlardan hareketle “Kürt ve Kürdistan sorunu” ismini daha doğru bulanlar da bulunmaktadır. Bütün Kürtlerin birleşik Kürdistan’da kurulacak yeni bir ulus devlet altında yaşamalarının, Kürtlerin hakkı olduğunu savunanlar da, aynı şekilde, sorunu bir ulus/ülke sorunu olarak görmekte ve “Kürt ve Kürdistan sorunu” terimini özellikle kullanmaktadırlar.
Yukarıda belirtilen tanımlamaların yanı sıra, Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren, bu sorunu aynı zamanda bir asayiş ve güvenlik sorunu olarak gören bürokratik elit, özellikle Kürdistan İşçi Partisi (PKK)’nin 1984’te ilk silahlı eylemle devreye girmesinden sonra, “terör sorunu” terimini, yoğun ve yaygın biçimde sosyal, kültürel ve siyasal alanda kullanıma sokmuştur. Günümüze kadar hegemonyasını sürdüren bu yaklaşım, sorunun esas boyutlarını ciddi ölçüde gölgelemiş, hatta adeta görünmez kılmıştır.
Bir sorunun kalıcı biçimde çözülebilmesinin ilk şartı, sağlıklı teşhis ile doğru isimlendirilmesidir. Bunun için de, öncelikle bu sorunun kökenlerini ve tüm boyutlarını bir arada değerlendirmek, ana sorunu ortaya çıkaran problemlerle, ana sorunun sonuçları olan problemleri ayrıştırmak gerekir. Bu bağlamda, sorunun çözümüne yönelik olarak birtakım önemli düzenlemeler yapılmış ve ret, inkâr ve asimilasyon politikalarını sonlandıracak bazı adımlar atılmış olsa da, Kürt kimliğinin bütün unsurlarıyla birlikte tanınmış olması için daha pek çok anayasal ve yasal reforma ihtiyaç duyulması nedeniyle, sorun bir kimlik sorunu olma vasfını hâlâ korumaktadır. Bu yüzden de “Kürt sorunu/meselesi” terimi daha çok kullanılmaktadır.


Kaynak: Akil İnsanlar Heyeti Güneydoğu Raporu.

12 Mayıs 2013 Pazar

YAS!

Ülke nasıl bu duruma geldi malum herkesin kendine göre cevapları var. Ülkeyi bu duruma getirecek sebeplere bakmak lazım..
1- Komşu ülkelerle sıfır(!) sorun..
Burada muhalefetin hepsi hükümetin ve politikasını eleştiriyor. Baktığımız zaman, Türkiye Suriye'ye (Esad'a) karşı bir politika uygulamamış olsaydı, ülkeye gelen onbinlerce Suriyeli mülteciyi kabul etmemiş olacak idi. Ve bu durumda, muhaliflere karşı Esad'ın yanında olacak, Esad'a silah, mühimmat yada kıyımı yapan askerler için tıbbi yardım gönderecekti. Bu sefer Türkiye katil Esad yandaşı olarak tanımlanacak idi. En azından başbakan Tayyip Erdoğan, kardeşim Esad dediği adam ile gerçekten sıfır sorun yaşayacak idi. Bu sefer Türk insanı diyebilecek miydi acaba "gerçekten Türkiye komşuları ile sıfır sorun politikası" gerçekleştiriyor ?

Esad karşıtı olduğun zaman ise ek olarak Rusya ve İran gibi müttefik ülkeleri de karşına almış oluyorsun. Yani bir diğer yakın komşunu, İran'ı, karşına almış oluyorsun.

Bunlara tepki göstermediğin zaman ise, bulunduğumuz yüzyılda, gerek Türkiye'nin konumu, gerek bulunduğu bölgede lider ülke olmaya çalışan Türkiye'de yine "aslında yapılması gereken ve bunca yıldır geç kalınan lider ülke olma" politikası gerçekleştiremeyen zayıf hükümet tanımlamalarına AKP de maruz kalacak idi.

Tabi ki Türkiye hükümetin-muhalefetin tutumlarını yargılamıyorum. Burada üzerinde durmak istediğim, hükümetin, insanların, kanalların tutumları...
Hükümet ne hak ile, bunca insanın ölümüne sebep olan olayı örtbas etmek için yayın yasağı koyar. Ya da büyük televizyon-yayın patronların bu duruma tepki göstermeyip, buna rağmen kanallarda televizyon soytarılığı diye tanımladığımız yayınlar yapar. Hiç bir şey olmamış gibi insanlara göbek arttırmalar, güldürme eğilimlerinde bulunmaları, insanları daha çok düşündürüyor.

Onu da geçelim, yıllardır var olun durum, Fenerbahçe-Galatasaray maçına Türkiye'nin yarısının buna kilitlenmiş olması daha vahim. Galatasaray şampiyon oldu, futbolcuların, taraftarların sevinmesini bir tarafa bırakın, Fenerbahçe'nin yenip Galatasaray ile dalga geçmesi, Galatasaray'ın şampiyon olduğu için onlarla dalga geçmesi ve bu dalga konusunun sosyal medyada meydan savaşına dönmesi, aslında en vahim tabloyu akla getiriyor: Türkiye toprakları aslında bu tür olaylara alışkın!! 

Türkiye insanı değişmediği sürece, ne yaşanılacak bir coğrafya olur ne de ölümler, savaşlar, göz yaşılar son bulur...

5 Mayıs 2013 Pazar

AVRUPA SEYAHATİ (EUROPE TRIPS)
WARSAW POLAND (OLD TOWN)


POLONLAR, SEZERYANA DUR  DEMEK İÇİN TOPLANMIŞ VARŞOVA'NIN MERKEZİNDE..
STOP MEETING FOR CESAREAN




KRAKOW-POLAND (AUSCHWİTZ-BİRKENAU)

BİR MİLYONDAN FAZLA YAHUDİ, 1939-1944 YILLARI ARASINDA BURADA,
YAHUDİ TOPLAMA KAMPINDA
YAKILARAK, ZEHİRLENEREK, VURULARAK...
ÖLDÜRÜLDÜ.
BU YOL İSE, BAŞINA GELECEKLERİNDEN HABERSİZ, ÇEŞİTLİ BÖLGELERDEN
TREN İLE GETİRİLEN  YAHUDİLERİN GELDİ YOL.
MORE THAN ONE MILLION JEW PEOPLE WERE KILLED IN HERE.
THEY WERE BROUGHT HERE BY TRAIN.
THIS WAY WAS THEIR LAST TRAIN STATION.


WROCLOW-POLAND

GÜNEŞ KENDİNİ YAVAŞTAN GÖSTERMEKTE
BAHARIN İLK GÜNLERİNDE..
THE SUN SHOWS ITSELF IN SPRING..



PRAGUE-CZECH REPUBLIC (PRAG-ÇEK CUMHURİYETİ)

MUHTEŞEM MEYDAN, RENKLER, KURULU OLAN RENKLİ STANDLARDA
SATILAN YİCEKLER İLE, ÇEK İNSANLARI
PASKALYA BAYRAMINI KUTLUYORLAR.

PEOPLE ARE CELEBRATING EASTER WITH WONDERFUL VIEW
 IN PRAGUE

WIEN-AUSTRIA (VİYANA-AVUSTURYA)
SCHÖNBRUNN PALACE  
KARLI VE SİSLİ BİR VİYANA GÜNÜNDE
AVRUPAN'IN EN BÜYÜK SARAYININ BAHÇESİ.
BU SARAY AVUSTURYA-MACARİSTAN İMPARATORLUĞUNA
YILLARCA EV SAHİPLİĞİ YAPTI..

THE VIEW OF ONE OF THE BIGGEST PALACE IN EUROPE
WITH SNOW AND FOG
BRATISLAVA-SLOVAKIA
DUNAY RIVER (TUNA NEHRİ)

TUNA NEHRİ ÜZERİNDEKİ MODERN YENİ KÖPRÜ...

NEW BRIDGE ON DUNAY RIVER

BUDAPEST-HUNGARY
(BUDAPEŞTE-GÜRCİSTAN)

BUDA TARAFINDA BULUNA
FISHERMEN'S BASTION (BALIKÇILAR BURCU) MEYDANI,
7 BURCU TEMSİL EDİYOR. ORTADAKİ KRAL İSE
İHTİŞAMINI GÖÖSTERİYOR.

FISHERMEN'S BASTION IS LOCATED IN BUDA PART.
HERE REPRESENTS SEVEN BASTIONS.


MILANO-ITALY (MİLANO-İTALYA)
MILANO CASTELLO SFORZESCO (MİLANO KALESİ)

BAHARIN GELİŞİNİ ŞENLİKLERLE KUTLAYAN İTALYANLAR,
DİĞER MİLLETLERİ DE UNUTMADILAR VE BUNU ULUSLARARASI 
ETKİNLİKLERLE KUTLADILAR. TÜRKİYE DE BU ÜLKELERDEN BİRİ

ITALIAN PEOPLE ARE CELEBRATING SPRING 
WITH INTERNATIONAL ACTIVITIES. YOU CAN SEE 
SOME DIFFERENT COUNTRIES FLAGS..

13 Ocak 2013 Pazar



AKİL ADAMLARIN ÇÖZÜMSÜZLÜĞÜ

   Türkiye’nin yıllardır uğraştığı ve tüm ülkenin başını ağrıtan ve bu sayede çok kişinin bu konuya yönelmesiyle terör uzman sayısının (AKİL ADAMLAR) fazla olduğu bir ülkede hala bu sorun aşılamadı, gereken ilaç bulunamadı.

   PKK, yani Partiye Karkeren Kurdistan (Kürdistan İşçi Partisi), Abdullah Öçalan ve arkadaşları tarafından 1974 yılında kurulmuş olan bir örgütlenmedir. Örgütün faaliyet alanları Türkiye topraklarının kapsamakla beraber, başta Irak, Suriye, İran, Avrupa ve Amerika olmak üzere dünyanın birçok yerinde örgütlenmiş ve faaliyetlerde bulunuyor. Partinin asıl ideolojisinin zamanla değişmesine rağmen, asıl hedefinin Kürtlere vatandaşlık hakkının verilmesi ve dünya döngüsü içinde unutulmuş olan, geri bırakılmış, unutulmuş, yok edilmeye terk edilmiş… olan bir milletin varlığını kabul ettirmektir. Bu amaçlardan bazıları (özellikle Kürtlerin varlığı) günümüzde elde edilmiş durumda.

   İlk çatışmadan (1984 Şemdinli olayları) günümüze kadar 29 yıl geçti, 18 hükümet değişti, 11 başbakan hükümetin başına geldi, 5 cumhurbaşkanı ülkenin başına geçti ve on binlerce insan öldü. Peki bu kadar akil adamlar (!) ülkenin sorunlarını çözmek için, halkın oylarıyla TBMM’de milletvekili unvanı almalarına rağmen, sorunun çözümü için kaç defa doğru adımlar attılar? Kaç defa girişimlerde bulunuldu? Kaç defa adam akıllı oturup, Kürtlerin de varlığını kabul edip çift taraflı adımlar atıldı?

   PKK’ın kuruluşundan günümüze kadar (1974-2013) çift taraflı olarak on binlerce müslüman ölmüş ve katledilmiştir. Çift taraflı analar-babalar ağlamış ve ağıtlar yakmıştır. Müslüman kardeş dediğimiz insanlar birbirine düşman duruma getirildi. Son zamanlarda İmralı görüşmeleri ile sorun aşılmak istense de, derin güçlerin bu izin vermeyeceği, Ortadoğu’yu ve Avrupa’yı birbirine bağlayan güçlü ve birlik içinde bir Türkiye’nin istenmediği çok açık olarak görmekteyiz. O kadar açık ki, İmralı görüşmeleri başladı, ilk adımlar atılmaya başlandı denmeye başlayınca, bu durumdan rahatsız olanların hemen Paris’teki olayı gerçekleştirmesi, güçlü Türkiye’nin istenmediğinin en açık kanıtıdır. Bunun arkasında Türkiye, Avrupa, Amerika, İsrail, Ermenistan yada PKK iç hesaplaşması ya da başkaları, kim olurlarsa olsunlar durumu baltalamak istemelerinden başka hiçbir amaçları yoktur.

   Şuan için önemli olan bu tuzağa düşmemek. Zaten bu akil adamlarımız otursalar adam akıllı düşünseler çözüm çoktan gelirdi. Neden bu insanlar sorun için buluşmuyor anlamış değilim. Bugün bile AKP ve CHP durumu çözmek için uğraşsalar da, birbirlerini çekemediklerinden dolayı, çözüm için beraberlikleri nereye kadar sürer bilinmez. Ama özellikle MHP kanadından kendisinden beklenen tavrı sergilemesine rağmen, MHP yandaşları halk tam tersi düşündüğü görülüyor. Çünkü gerçekten Türkiye’deki tüm vatandaşlar bu çözümsüzlükten en çok etkilenen ve zarar gören taraftır.

   Sağlıklı düşünmek için Türkiye havası belli ki akil adamlarımıza yararlı gelmiyor. Yoksa çoktan çözülürdü. Diyeceğim şu ki, bu akil adamlarımız (vekiller, uzmanlar, askerler…) Finlandiya’ya gelseler, yarımşar saat saunaya girseler, şöyle bir rahatlasalar, en doğru ve mantıklı kararları düşünüp uygulayacaklarına adım gibi eminim. Sorunu çözmek için yıllarca kitap okumaya gerek yok. 

   Sorunun çözümü o saunanın havasında…