20 Eylül 2012 Perşembe

           31 Ağustos 2012...

Sabah uyanmış, her şeyi eksiksiz çantaya koydum mu heyecanıyla güne başladım.. Derken uçma zamanı yaklaştı ve Atatürk Hava limanına gittik...

Bir kaç işlemden sonra abim ile vedalaşıp bir daha hiç dönmeyecekmişim gibi arkama bakmadan gittim.. (İlk hafta dönmek istedim)


Uçak kalkış saatini beklerken erasmus arkadaşlarımla tanıştım (Gökhan, Cansu ve Betül). Derken kalkış saatinin gelmesiyle ilk uçak ve yurt dışı deneyimi yaşayacaktım. Gündemden uzak kalmak ve biraz kafa dinlerim heyecanıyla uçak bir anda son sürat hızla havalandı ve tam bu noktada BİSMİLLAHİRRAHMANİRAHİM demem ile artık 10 aylık yeni bi serüvene girdim..

THY gerçekten reklamlarda olduğu gibi rahatlığıyla, konforuyla ve özellikle yemekleriyle beni kendilerine hayran bıraktı. Uçakta yediğim o son Türk mutfağından çıkmış köftenin tadını ve önceden ikram edilen fındıkların (aganigi) tadını unutmak mümkün olamaz. Yanlız dikkatimi çeken ise bussinees koltuğunda oturanların bizden ayrıcalıkları ise perdelerinin olması (sineklerden korunmak isterlermiş gibi) ve göremediğim fakat düşündüğüm portakal sularının ikram edilmesidir..


2 saat 40 dakika süren yolculuğumuzun sonuna yaklaştığımızda ise kızların/kadınların makyaj çantalarına sarılmaları "herhalde uçak geleneğidir" düşüncesine kapıldım. Böylece yolculuğumuzun sonuna geldik. Uçaktan iner inmez ceketlere sarılmamız ani oldu. Yaz ayının son günü olmasına rağmen sanki Letonya'da ilkbahar bitmiş kış mevsimine hazırlık yaparmış gibi soğuk olması beni tedirgin etti doğrusu. Soğuk bir yıl beni bekliyordu.

Başketten (RİGA) Liepaja'ya gitmek için terminale gittikten sonra aslında farklı bir ülkede olduğumu o anda anladım. Büfeden su isterken ne kadar zorlandığımı, karşımdaki büfede çalışan kızın 'What kind of water do you want?' sorusu aslında bana demek istediği meyveli su mu, soda mı yoksa normal su mu isterseniz demek istediğini haftalar sonra anladım. Ben ise sadece doğal su (natural water) istemiştim.. Bir diğer önemli nokta ise tuvaletler idi. Bay-bayan karışık olan tuvaletlere ise hala alışamadım. Benim için çok garip olan bu durum, Avrupalılar için aslında olağan bir durum ve bu hadiseye alışmak acayip gelse de zamanla alıştık. Ve bir şeyi keşfetmeme neden oldu: Güzel kızlar da tuvalete gidiyormuş :)

Liepaja otobüse bindikten sonra tekrar bi 3.30 saat yolcuk yaşayacağımızı öğrendik. Yanımıza oturan, rüzgar gülü yapımında çalışan, kendini zeki sanan ve değişik akıl oyunlarıyla kendini kanıtlamaya çalışan adam sayesinde 3.30 saatlik yolculuk çekti zevkli geçti. Gerçi çantanın bagaja verilmesi paralıymış. Şoföre 2 çanta parası (8 TL civarı) ödeyince koydu biraz. Otobüslerde herhangi bir servis yapılmıyor. Ayrıca yol üstünden yolcu alıp-indirme gayet normal. Türkiye'de olduğu gibi express sistem yok. Ayrıca ayakta yolcu alınıyor.

Liepaja şehrine vardıktan sonra bizi karşılayan buddylerimiz (Zane Lakute ve Zane Goldman) sayesinde yurdumuza ulaştık ve çantaları koyup yurdun karşısındaki HESBURGER'den bir şeyler yedikten sonra yurda dönüp Sovyetler Birliği döneminden kalma yurdu tanıtmaları tamamen bir kabus gibi geçti. Her katta sadece 1 tuvaletin olması (kız-erkek karışık) banyonun en alt katta -korku film sahnelerini aratmayan alt kat- olması (kız-erkek karışık), mutfakların, koridorların, duvarların badanası dökülmüş haldeki yurdu görünce  telaşlı, şaşkın gözlerle birbirimize bakmamız uzun zaman aldı. İçimden bir ses "Aslan gülü seven dikenine katlanır" dedi. Ben istedim Avrupa'da yaşamayı ya da başka ülkelerde yaşamayı, sürekli seyahat halinde yaşamayı büyük bir zevkle ben istedim.. Elden bir şey gelmez yiğidim dedim ve o yorgunlukla kendimi yatağa attım...

                            İLK GÜNDEN SON!!!




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder